31 Ağustos 2016 Çarşamba

Garip Bir Olay 4

   Yıllar önce bir yaz akşamı evde bilgisayar oynuyordum. Bizimkiler yazlığa gitmişti bende hasta olduğum için bir hafta sonra gidecektim evde yalnızdım. Oyundan canım sıkılınca korku filmi açıp izlemeye başladım. Bizim ev dubleksti benim oda üst katta mutfağın hemen yanında orada izliyordum filmi neyse. Film bitti saat gece ikiyi on iki geçiyordu yatayım dedim. Alt kattan tıkırtılar gelmeye başladı. Aşağı indim baktım enteresan bir durum yoktu. Pencereyi açık bırakmışım gittim kapattım rüzgar ses yapmıştır herhalde deyip yukarı çıktım. Pencereyi açık bırakırdık genelde çünkü apartmanın son iki katında bizim ev yani güvenli hırsız riski falan yok anca kapıdan girer. Sonra terasa çıktım bir sigara yakıp içtim içeri girdiğimde alt katta yanan ışıkları fark ettim gidip baktım tüm odaların ışıkları yanıyordu haliyle biraz korktum. Hepsini kapattım yukarı odama çıktım yatmaya fakat içimde bir huzursuzluk vardı. Mutfağa su içmeye gittiğimde alt katın ışıklarının yine açık olduğunu gördüm. Elime mutfaktan bir bıçak aldım aşağı indim teker teker odaları dolaştım kimse yoktu. Işıkların hepsini kapattım uyuyamıyorum uykum kaçtı. Bari alt katta oturayım dedim ışıklar falan kendiliğinden yanıyor, belki yanmaz falan diye düşündüm cesarete bak kaçsana evden bendeki de kafa..Oturuyorum televizyona falan bakıyorum gözüm üst kattaki odalara çarptı bu seferde üst katın ışıkları yanıyor. Yukarı çıkamadım beş dakika sonra elektrikler gitti. Her yer zifiri karanlık o karanlıkta uykuya dalmışım. Uyandığımda elektrikler gelmişti. Kapıyı yatarken açık bırakmıştım kalktığımda kapı kapalıydı. Kapıyı açmayı denedim açılmıyor omuzluyorum kırılmıyor.Televizyonu açmayı denedim açılmıyor elektrik var ama sanki mahallede sadece benim odada var dışarısı kapkaranlık. Camdan baktığımda siyah gölgeler gördüm. Telefondan saate bakmak istedim telefon açılmıyor. Yaklaşık bir saat falan öyle oturduğumu hatırlıyorum sonrasında uyumuşum kalktım her şey düzelmiş.Beni asıl şok eden şey saate bakmamla gerçekleşti.Saat ikiyi on üç geçiyordu. Ya onca olayı bir dakika içinde yaşamıştım yada onun gibi bir şeydi.

Tren İstasyonu

   Arkadaşım John tren istasyonunda çalışıyordu.Tren istasyonun güvenlik görevlisiydi.Olayın olduğu   o gün gece işe gittiğinde işlerin garip gittiğini anlamış. Rayların makasını kontrol etmeye gitmiş  fakat karanlıkta makası bulamamış bu” kadar süre bir şey olmadı” deyip umursamamış  . İstasyona geri döndüğünde  uyuya kalmış. Rüyasında iki treni kaza yaparken görmüş.Kan ter içinde uyanmış içinden “kötü bir kabustu.” Deyip televizyonu açmış. Televizyonda son dakika haberlerinde tren kazası haberinin görünce korkmuş ne yapacağını şaşırmış. Hemen el feneri alıp ray makasını kontrol etmeye gitmiş yaklaşık 500 metre yürüdükten sonra makasa ulaşmış makasla oynandığını anlamış, bir km ileride yükselen dumanlar görmüş. Koşarak bakmaya gittiğinde iki trenin çarpıştığını görmüş hemen yardım etmeye koşmuş  her tarafla ölü ve yaralı insanlar varmış. Ardından bayılmış, ayıldığında kendini tren istasyonun 50 km ilerisinde ki ormanlık alanda bulmuş. Hemen en yakın yola çıkıp yardım istemiş. Yoldan geçen arabalardan biri John’u arabasına almış. John tren istasyonun orada arabadan inmiş. Televizyon hala açıkmış fakat son dakika haberlerinin hiç birinde tren kazası yokmuş hatta o gece önemli bir olayda olmamış ülke genelinde.Olanlara anlam verememiş.  Bu olaydan sonra üç ay zaman geçmiş. John’un karısı çocuklarıyla annesine ziyarete gitmeye karar vermişler ve tren bileti almışlar. Cuma akşamı yola çıkmışlar fakat John çalıştığı için gidememiş . O gece tekrar uyuya kalmış ve üç ay önceki kabusu görmüş bir patlama sesiyle uyanmış. Dışarı çıkıp baktığında yükselen dumanları görmüş. Yardım için koşup baktığında 12.vagonda karısını ve çocuklarının cesetlerinin görünce olduğu yere yığılmış. Kendine geldiğinde o gece gibi ormanda olmayı dilemiş fakat ailesinin cesetleri başında uyanmış. Bütün ailesini o gece kaybetmiş.

28 Ağustos 2016 Pazar

Rus Uyku Deneyleri

 1940'ların sonlarında Rus araştırmacılar 5 insanı 15 gün boyunca tetikleyici gazlarla uyanık tuttular. Oksijen seviyesinin dikkatlice kontrol edildiği odalarda kalıyorlardı. Böylece gaz onları öldürmüyordu, eğer toksit seviyesine ulaşmazsa. Kamera sistemleri kapatılmıştı, yani onları izleyebilmek için sadece mikrofonlar ve 5 inçlik kamara penceresine benzeyen gözlem camları vardı. Oda kitaplarla, yataksız karyolalarla, su ve tuvaletle, ayrıca 5'ine de 1 ay yetecek kadar yiyecekle doluydu.
Denekler 2. Dünya Savaşı'nda düşman olarak kabul edilmiş politik tutsaklardı.
   Her şey ilk 5 gün iyi gidiyordu; denekler 30 gün boyunca uyumadan teste dayanırlarsa serbest bırakılacakları konusunda anlaşmalardı. Günden güne onların her hareketlerini ve aktivitelerini izlerlerken giderek geçmişlerindeki travmatik olayları konuştuklarını fark ettiler. 4 gün boyunca bu durum giderek karanlık bir görünüme ulaştı.
   5 günden sonra, koşullar hakkında şikayet etmeye ve onları yönetenlerin nerede olduğunu araştırmaya başladılar. Birbirleriyle konuşmayı kestiler ve mikrofonlarla tek taraflı camlara fısıldamaya başladılar. İşin garibi, bu deneyi diğer deneklerin üzerlerinden kazanabileceklerini düşünmeye başladılar. Araştırmacılar başta bunun gazın bir yan etkisi olduğunu düşündüler...
9 günden sonra ilk denek çığlık atmaya başladı. 3 saat boyunca, ciğerlerinin üzerinden odanın içinde koşarak bağırdı. Denek bağırmaya devam ediyordu ama bazen sadece çıkan ses bir kaç ciyaklamadan başka bir şey değildi. Araştırmacılar, deneğin ses tellerini parçaladığını ileri sürdüler. Daha ilginç olan şeyse diğer deneklerin buna nasıl tepki verdiği... ya da tepki vermedikleri... 2. denek çığlık atmaya başlayana kadar hepsi mikrofonlara fısıldamaya devam etti. Diğer çığlık atmayan denekler kitapları parçalara ayırdı, sayfaları tek tek yüzlerine sürüp sakince gözlem camlarına yapıştırdıklarında, çığlıklar hemen kesildi. Yani, mikrofonlara devam.
   3 gün daha geçti. İçerideki 5 deneğin hiç sesi gelmediğini düşündüklerinde araştırmacılar mikrofonları çalışıyorlar mı diye saat başı kontrol ediyorlardı. Odadaki oksijen seviyesi, hepsinin hayatta kalabileceğini göstermişti. Aslında 5 denek ağır egzersizler yapınca oksijen seviyesi düşüyordu. 14. günde araştırmacılar deneklerden hiç bir veri alamayınca odaya girmeye karar verdiler. Onların ölmüş olmalarından endişeleniyorlardı. Veya bir sebzeye(hareketsiz) dönüştüklerini...
Anons ettiler: "Mikrofonları kontrol etmek için içeri giriyoruz, kapılardan uzak durun ve yere yatın. Aksi halde vurulacaksınız. İtaat edeninizden birisi özgürlüğüne hemen kavuşacak."
İçeriden sakin bir ses cevap verince şaşırdılar: "Artık özgür olmak istemiyoruz."
Bir tartışma askeri güçler ve araştırmacılar arasında patlak verdi. Daha fazla tepki alıp kışkırtmamak için sonunda 15. günün gece yarısı odanın kapısının açılmasına karar verildi. Oda birden temiz havayla doldu ve uyarıcı gaz dışarı boşaldı. Mikrofonlar anında çalışmaya başladı. 3 farklı ses yalvarmaya başladı, onları bekleyenler ve sevdiklerinin üzerlerine. Odanın içine askerler denekleri almak için gönderildi. Şimdiye kadarki en yüksek çığlıklarını askerler de içeride ne olduğunu görünce attılar. 5 denekten 4'ü hala yaşıyordu, buna rağmen hiç kimse bunun "hayatta" kalmak olduğunu söyleyemedi.
   Yiyecek erzaklarına çok dokunulmamıştı. Ölü deneğin kalçasında ve göğsünde topak topak doldurulmuş et vardı. Odanın ortasındaki giderin üstünde duruyordu, suyun geçmesini engellediği için oda 4 inç suya kaplanmıştı. Aslında kan olan suyun ne kadar fazla olduğu asla fark edilememişti.(gece yarısı sonuçta) "Kurtulan" 4 denek uzamış sakallara ve yırtık derilere sahipti. Tırnaklarındaki parçalar bu yaraları kendilerinin yaptıklarını gösteriyordu. Araştırmacıların düşündüğü gibi dişlerle değil... Yaralar ve oyukların açıları, konumları hepsini kendilerinin yapmadığını gösteriyordu.
   Karın bölgesindeki organlar ve kaburgaları 4 deneğinin de ortadan kaldırılmıştı. Kalp, akciğerler ve diyafram yerine, deri ve kaburgaya bağlı kasların çoğu akciğerlerle beraber göğüs kafesinin dışına sarkmıştı. Kan damarları ve organlar sağlam kalsa da, diğerlerini çıkarıp yere atmışlardı ve havalandırıyorlardı. Fakat denekler hala yaşıyorlardı. Dördünün de sindirim sistemleri yiyecekleri sindirilirken görülebiliyordu. Günler sonra yiyecekleri dışarı attıklarında aslında onların kendi etleri olduğu ortaya çıktı. Çoğu asker Rus özel tesislerinde çalışmıştı fakat hepsi de denekleri o odaya girip kaldırmayı reddetti. Askerler odadan çıkarılmaları için yalvarıp bağırırken gaz geri geldi, uykuya daldılar...
   Deneklerin odadan çıkarılmamak için verdikleri mücadele herkesi çok şaşırttı. Bir Rus asker boğazı söküldüğü için öldü, başka bir diğeri ise testisleri koparıldığı ve bacağı deneklerden birinin dişleriyle kemirildiği için yaralandı. Diğer 5 asker ise hayatlarını haftalarca intihar etmeye çalışarak kaybettiler.
   Yaşayan 4 denekten birinin dalağı patladı ve dışarı doğru kanamaya başladı. Tıbbi araştırmacılar onu sakinleştirmeye çalıştılar ama bu imkansızdı. Bir insanın alabileceği morfinden daha fazla almasına rağmen hala köşeye sıkışmış bir hayvan gibi mücadele ediyordu ve bir doktorun koluyla kaburgasını kırdı. Kalbi son hızına 2 dakika boyunca ulaşıp atarken dolaşım sisteminde kandan daha fazla hava vardı. Kalbi durduğunda bile bağırmaya devam etti ve kendini 3 dakika boyunca dövdü. Herkese saldırıp "DAHA FAZLA" kelimelerini tekrar ederken gittikçe güçsüzleşti, yavaşladı ve sessizce yere yığıldı.
   Sağ kalan 3 denek tam donanımlı bir tıp merkezine taşındı. Sağlam ses telleri olan 2 denek uyanık kalabilmek için daha fazla gaz talep ediyorlardı...
   Deneyin organlarını tekrar yerleştirme aşamasında sakinleştirici ilaçlarına karşı bağışıklık kazanmış olduğu keşfedildi. Bağlamış olduğumuz iplere karşı öfkeli bir şekilde dayandı.En sonunda 4 inçlik deri bağı yırtmayı başardı.Hatta o bileği 200 poundluk bir asker tuttuğu halde.Onu normale getirmek için normalden biraz daha fazla anestezi kullandık. ve gözlerinin kapandığını gördük. Kalbi durmuştu. Otopsi testlerinin sonuçları onun kanının içindeki oksijen sayısının 3 katını tespit ettik. Kasları o kadar iskeletine sıkıştırılmıştı ki karşı vermeye çalışırken 9 kemiğini kırdığını tespit ettik.
   2. Hayatta kalan ise 5 kişinin arasında ilk çığlık atanlardandı. Vokal kayıtları yok edilmişti.Yalvaracak durumda değildi, tek yapabildiği kafasını düzensiz bir şekilde hareket ettirmekti.Tabii bunlar anestezi gazı ile oluşan sonuçlardı.Bir sonraki ameliyat anestezi gazı kullanmayarak denedik. Organlarını yerleştirirken 6 saat boyunca hiç tepki vermedi. Ameliyat tekrar tekrar denetlendi çünkü hastanın hayatta kalmasını sağlamamız gerekirdi. Bir hemşire hastanın ağzı kıvrılarak gülümseye döndüğüne şahit olmuş bir kaç kere.
   Ameliyat hastanın yüksek sesle mırıldanmasıyla sona erdi. Çırpınarak aynı zamanda konuşmaya çalışıyordu. Ona kalem ve kağıt verdik ki bize ne istediğini söyleyebilsin. Ve mesajı. "Kesmeye devam et."
   Diğer iki denek aynı ameliyatta yapıldı. İkisi de anestetik gazı verilmeden.En azından onları felç edilecek bir ilaç verdik ameliyatın sonuna kadar. Ameliyat imkansızdı çünkü iki hastada gülüp duruyordu.Bir kere felç olan hastaların izleyeceği tek yol araştırmacıları gözleri ile izlemekti. Tekrar konuşabilecekleri zaman bize canlandırıcı gaz istediklerini söylemişlerdi.Araştırmacılar onlara niye kendinize zarar verdiklerini sormaya çalıştılar.Neden kendi bağırsaklarını parçaladıklarını ve tekrar gaz verilmesini istediklerini sordular.
Tek cevap şuydu. "Uyanı kalmam gerek."
   Bütün üç deneklerin bağları güçlendirilmişti ve onlarla ne yapılacağına karar verene kadar bekleme odasına geri konulmuştu. Komutan tekrar gaz verildiğinde ne olacağını merak ediyordu.Araştırmacılar buna itiraz etti ama kimse dinlemedi.
Odanın içinde tekrar mühürlenmeye hazırlanan denekler EEG monitörüne bağlıydı. Ve herkese sürpriz olan şey tekrar gazlanacaklarını duyduklarında çırpınmayı bıraktıklarıydı. Bu çok açıktı ki üçü uyanık kalmakta kendilerini zorluyor gibiydiler. Bir tanesi sesli mırıldanarak konuşmaya çalışıyordu. Diğer denekler kafasını yastığa dayamıyor ve sürekli göz kırpmaya çalışıyordu. EEG monitöründe beyin dalgaları şaşırtıcıydı. Kağıt raporlarına bakarken bir hemşire hastalardan birisinin kafasını yastığa vurduğu anda gözlerinin kapandığını fark etti. Beyin dalgaları direk derin uykuya girdiğini gösteriyordu. Sonra tekrar eski durumuna döndü. Döndüğü anda ise kalbi durmuştu.
Tek kalan denek ise tekrar mühürlenmek için çığlık atmaya başladı. Beyin dalgaları tıpkı uykudan ölen deneğin ki gibi oldu. Komutan 2 deneğin tekrar mühürlenmesini emretti. Yanlarında olan 3 araştırmacıyı da mühürleme emri verildi. Üçünden birisi silahını çekip komutanı vurdu. Sonra sessiz olan deneğe silahı doğrultu ve beynini dağıttı.
Silahı son kalan deneğe doğrulttu."Bu şeylerle aynı yerde kilitlenmeyeceğim !Seninle değil!" Adama çığlık attı. "NESIN SEN!?" "Bilmek zorundayım!"
Denek gülümsedi.
"Bu kadar kolay mı unutun?" Diye sordu denek. "Biz siziz. Biz sizin içinizde yatan deliliğiz, Her anda serbest olmayı bekleyen çılgın hayvanlarız.Biz yatağınızın altında saklananlarız."
Araştırmacı durdu. Sonra silahı deneğin kalbine doğrultup ateş etti. Denek ölmek üzereyken, "Nerde..yse .. özgür..." dedi. 

Bir Denizcinin Rüyası

  1828 yılında New Brunswick'teki St. John Limanına doğru yol alan 5. 5. Vestris Gemisinin birinci süvarisi İskoçya'nın aynı addaki kurtarıcısının soyundan Robert Bruce idi. Bir gün öğleye doğru Bruce kaptan ile güvertede güneşin durumunu inceliyordu. Biraz sonra ikisi de aşağıya indiler. 
   Birinci süvari hesaplarla bir süre uğraştıktan sonra yerinden kalkarak kaptanın kamarasına gitti. Kapıyı araladıktan sonra: 
"Affedersiniz efendim, ama ben hesapları çözemiyorum," dedi. 
Kaptanın kürsüsünde oturan adam başını kaldırınca, Bruce yıldırımla vurulmuşa döndü. Kürsüde oturan adam, kaptan olmak şöyle dursun, gemidekilerin hiçbirine benzemeyen bir yabancıydı. 
Bruce, yabancının sabit bakışları karşısında dona kalmıştı. Neden sonra, kaptanın kamarasından dışarı fırlayabilme gücünü bulabildi. 
   Kaptan güvertedeydi. Bruce, onu görünce: 
"Kaptanım kamaranızda bir yabancı var," diye haykırdı. 
"Bir yabancı mı? Kesinlikle süvari ya da kamarottur. Kamarama izinsiz olarak kim girebilir?"
Bruce, "Hayır. Kamaranızda ömrümde hiç görmediğim bir adam var," diye ısrar ediyordu. 
Bunun üzerine kaptan, "Bir daha kamarama git iyice bak," dedi. 
Bruce titredi; "Bir daha oraya tek başıma gitmemeyi tercih ederim," deyiverdi. 
   Biraz sonra kaptanla aşağı inince kamarayı boş buldular. Bütün gemi arandığı halde hiçbir yabancıya rastlanmadı. Bununla beraber Bruce, hikayesinde ısrar ediyordu. "Yabancıyı, kürsünüzün üzerindeki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğüme yemin ederim." diyordu. Kaptan, "O halde yazı hala orada olmalı," dedi. 
Biraz sonra yazı taşı elinde idi. Gerçekten yazı taşının üstünde bir şeyler yazılı idi. Kaptan, Bruce’e "Bu senin yazın olacak," dedi. Yaza taşının üzerinde "Kuzey Batıya dönün" sözcükleri yazılı idi. Kaptan devam etti: "Bruce, bizimle alay ettiğini itiraf et. Şuraya aynı kelimeleri yaz da senin yazını buradakiyle karşılaştıralım." 
   Karşılaştırma yapılınca, Bruce'un yazısının, yazı taşındakinden bütünüyle farklı olduğu görüldü. Bu sefer geminin bütün personelinin yazıları da karşılaştırıldı. Hiç kimsenin yazısı yazı taşındakine uymuyordu. Sonunda kaptan kararını verdi; "Ben Tanrı’ya, kadere kısmete inanırım," dedi. "Bu mesajın gizli bir anlamı olacak. Kuzey batıya dönelim de olanları görelim." 
   Gemi bir süre kuzey batıya doğru yol aldıktan sonra ileride bir buzdağı belirdi. Buzdağına yaklaşınca, başka bir geminin buzdağına çarpıp yapışmış olduğu görüldü. Sağ kalabilen birkaç kişi geminin dalgalarla kamçılanan güvertesine sıkı sıkı sarılmışlardı. Kurtarılan kazazedelerin bir tanesi Bruce'un dikkatini çekti. Bu adam, Bruce'un kaptanın kamarasındaki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğü yabancıya tıpatıp benziyordu. 
Vestris, buzdağından uzaklaşınca, Bruce kaptana bu keşfini anlattı. Kazaya uğrayan geminin kaptanına da bu olaydan söz ettiler. Kaptan, "Ne anlatmak istediğinizi anlıyorum. Bu gemici bize, bugün kesinlikle kurtulacağımızı söylemişti," der. 
Vestris'in kaptan kamarasına çağrılan denizci, kurtarılmadan birkaç saat önce rüyasında, başka bir gemide bulunduğunu ve bu geminin, buzların üstünde kalan kazazedeleri kurtarmaya geleceğini görmüş olduğunu söyledi.

İç Varlık dergisi, sayı: 68, yıl: 1957

Cin Düğünü

   Olay 1940'lı yılların sonlarına doğru olmuştur. Babası hastalanan Haydar babasını hastaneye götürmek için köyünden ayrılır babasını hastaneye götürdükten sonra kardeşini ve annesini babasının yanında refakatçi olarak bırakarak tekrar köyüne dönmek üzere yola çıkar. Köy ana yola 30 kilometre uzaklıktadır. Köye ulaşım için önce şehirden bir taşıta biniliyor köyün patika yoluna gelince taşıttan inilerek bu 30 kilometrelik yol eşekle atla veya yürüyerek gidiliyor. Bu şekilde akşam saatlerinde köyün patika yoluna ulaşan Haydar sabah babasını getirdiği eşeği bağladığı yerde buluyor. Eşeğini alarak köyün yolunu tutuyor. 2-3 saat geçtikten sonra köye giden yoldaki son tepeye varıyor. Tepeyi çıkarken eşek huysuzluk yapıyor. Eşeğinden inip eşeğin ipinden tutarak eşeğiyle beraber tepeyi çıkmaya çalışıyor. Ancak eşek gelmek istemiyor. Zorda olsa eşeği sürükleyerek tepeye çıkmaya devam ediyor. O sırada tepenin arkasından gelen sesleri duyuyor. Sanki bir koyun, keçi sürüsü gidiyormuş gibi ayak sesleri duyuyor. Bu saate kim kalmış diye düşünerek eşeği bırakıp tepeyi hızlıca çıkıyor. Bir sürü keçinin ilerde ki bir tarlanın ortasında yanan ateşe doğru koşarak gittiğini görüyor. Şaşırıyor ancak anlam veremiyor. Daha sonra ateşe yaklaşan keçilerin iki ayakları üzerine kalkıp ateşin etrafında dönmeye başladıklarını görünce korkuyor. Hemen bildiği duaları okumaya başlıyor ve eşeği bıraktığı yöne doğru kaçmaya başlıyor ancak eşeğinin de aşağı doğru kaçtığını fark ediyor. Sonra davul sesleri gelmeye başlıyor. Eşeği patika yolun 200-300 metre uzaklığında, küçük bir su kenarının yanında duruyor. Haydar’da eşeğinin olduğu yere varıyor. Ancak davul seslerini bağırmaları, zılgıta benzeyen sesleri buradan bile duyuluyor. Eşeğini alıp daha da uzaklaşmak istese de eşek oradan ayrılmak istemiyor. Aradan biraz daha zaman geçiyor davul sesleri hala devam ediyor. O sırada başka bir sürü şehirden köye giden yönde patika yoldan gelmeye başlıyor. Bu sürü diğer sürü gibi sadece keçilerden oluşmuyor. Bu sürüde kedi, köpek, at, eşek, koyun, keçi her çeşit hayvandan var. Ve birbirleri ile konuşuyorlar ancak Haydar'ın bilmediği bir dilde. Haydar kendisini görmemeleri için saklanıyor ve dua ediyor. 200-300 metre uzaklarına yaklaşınca patika yoldan çıkmadan ona doğru bakıyorlar, onu işaret ediyorlar, o yöne doğru bağırıyorlar ve yollarına devam ediyorlar. En arkadan gelen siyah renkli bir keçi tam önlerine geldiğinde ayağa kalkıp “gel bugün düğün var sende katıl bize bugün bizden kimseye zarar gelmez” diyor ancak Haydar korkudan hiç bir şey diyemiyor. Ayağa kalkan keçide bunun üzerine yoluna devam ediyor. Haydar eşeğinin oradan ayrılmak istememesini anlıyor. Bir nedenden dolayı oraya gelmiyorlar sadece bakıp geçiyorlar. Haydar da sabaha kadar orada bekliyor. Güneşin doğması ile davul sesleri zılgıtlar vs. sesler kesiliyor. Bunun üzerine yoluna devam ediyor, o tarlanın ortasında ki külleri ve her yerde ki dışkıları görüyor. Sonra sağ salim köye ulaşıyor.

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Kendiliğinden Yanma Olayı

   1731 senesinde akşam yatağına yattan ve uykuya dalan bir kadın ertesi günü sabah odasına kendisini uyandırmaya gelen hizmetçisi tarafından feci bir şekilde yanarak bir kül yığını haline gelmiş olarak bulunmuştur. Odanın her yeri is ve kurum içindeydi ve küller her tarafa uçuşmaktaydı. Fakat yatağından 1.5 metre ötede yanan kadın kül yığını haline geldiği halde ne yatağı ve çarşafları nede odanın mobilyaları hasar görmemişti. Yetkililer çok ayrıntılı bir araştırma yapmışlar fakat yanmanın sebebini bulamamışlardır. Zira odada yangın çıkması için sebep yoktu ne ateş vardı nede ateş çıkaracak bir şey. Odada ki eşyalar hatta yatak çarşafları bile hiç yanıksız duruyorlardı.

Kendiliğinden yanma olaylarında ortaya atılan teoriler
   Alkolizm. Birçok Kendiliğinden yanma olayında kurbanın alkolik olduğu saptanmıştır. Ancak 19. yüzyılda yapılan araştırmalar alkole bulanan bedenin kendiliğinden yanma olaylarında görülen şiddetli yanığa sebep olamayacağını göstermiştir.
   Bedende yanıcı yağların depolanması. Birçok kurbanın normal kilolarının çok üstünde olduğu saptanmıştır ancak düşük kilolu kurbanlar da vardır.
   İlahi Müdahale. Yüzyıllar önce insanlar bu tür yanmaları tanrı tarafından verilen bir ceza olarak görüyordu.
 
   Statik elektrik oluşması. Bedeni bu şekilde tutuşturabilecek bilinen bu türde bir statik elektrik akımı yok.
   Yanlış beslenme. Yanlış beslenme sonucu sindirim sisteminde kimyasal maddelerin tutuşmaya sebep olabilecek şekilde karışması.
   İnsan bedeni içinde bulunan elektriksel alanların bir şekilde kısa devre yapma olasılığı ve bunun doğrultusunda bu türde bir atomik zincirleme reaksiyonun beden içinde müthiş bir ısı oluşturma olasılığı.
Kendiliğinden Yanma olayları hakkında hala tatmin edici bir açıklama bulunamamıştır ve bir esrar perdesi olarak kalmaya devam etmektedir.

         Kendiliğinden yanma olayından sonra geriye kalanlar
   Beden normal bir ateşle yanacağından çok daha şiddetli yanmıştır.
   Yanıklar tüm bedende eşit değildir. Eller ve ayaklar ateş tarafından dokunulmamışken, buna karşılık gövde şiddetle yanmıştır.
   Bazı olaylarda gövde tamamen yok olup küle dönüşmüştür.
   Bedenin bazı kısımları yanmadan kalmıştır. ( kol, ayak bazen de kafa)
   Sadece gödeyle teması olan objeler yanmıştır ve alev hiçbir zaman çevreye sıçramaz. Örneğin kurban yatakta yandığı halde altındaki çarşaflar yanmamıştır, giysiler hafifçe yanmıştır ve birkaç santim ötedeki yanıcı maddeler olduğu gibi kalmıştır.
   Tavanı ve duvarları yağlı kurum ve is kaplamakta ve duvardaki isler genellikle yerden üç dört ayak yüksekte görülmektedir.
   Üç dört ayak yükseklikteki objelerde ki hasar da yanmanın şiddetini işaret eder. ( erimiş mum veya çatlamış ayna gibi )
   Bir bedenin tamamen kömürleşmesi için 3000 derece sıcaklık gereklidir. Fakat olaylarda kurbanın çevresi zarar görmeden kalır. Sadece kurbanın bulunduğu nokta zarar görmüştür. (Krematoryumlarda genellikle kullanılan 2000 derecedir ki bu kemik parçaları bırakır ve bunlar da elle temizlenir , ayıklanır külün içinden) Dünyadaki en büyük esrarlardan bir tanesi de hiçbir sebep yokken yanıp kül olan insanlar. Evet bu size çok tuhaf gelebilir ancak yüzyıllardan beri hiçbir sebep yokken durduğu yerde yanıp ölen insan vakaları oluşmakta ve bunun nedeni de bugüne kadar çözülemeyen bir esrardır.


   İşin en anlaşılmaz tarafı da insanın yanıp kemiklerinin bile kül haline geldiği bir ortamda etrafta bulunan eşyaların 
hatta bazı vakalarda yananın üzerindeki elbiselerin bile hiçbir hasar görmediğidir. Tıbben bir insanın yanabilmesi bilhassa kemiklerinin kül haline gelebilmesi için çok yüksek bir ısı (1500 derece santigrad) Birde bu ısının uzun bir zaman devam etmesi gerekir (en az iki saat). Avrupa da ve Amerika da son zamanlarda ölen insanlar gömülmeyip (Crématoire) denen yüksek ısılı elektrik fırınlarında yakılıp külleri küçük bir vazoya konup saklanmaktadır. Bu fırınlarda bile ısı 2000 dereceye yaklaşmakta ve tam kül olması üç - dört saat sürmektedir...

Yenikapı Efsanesi

   4. Murat devri. Padişah tarafından mey (şarap) afyon ve fal bakmak yasaklanmış. İstanbul'da bütün meyhaneler ve keşhaneler "underground" takılmaya başlamış.
   4. Murat bir gece tebdil-i kıyafet İstanbul'a indiğinde karşıya geçmeye karar verip bir sandal kiralamış. Sandalcı müşterisinin sultan olduğunu bilmiyormuş tabii. Bir ara sandalın yanından sarkan bir ipi çekmiş. İpin ucunda bir testi! Sultan "Ne var o testinin içinde?" diye sormuş. Sandalcı "Ne olacak mey işte" diye gülerek müşterisine ikram etmiş. Her ne kadar yasaklamış olsa da 4. Murat'ın alkolle arasının iyi olduğu bilinir. İkramı kabul etmiş ama yine de "Mey yasak. Hünkarımız görse kafanı vurdurtur diye korkmuyor musun?" diye sormaktan da geri kalmamış.
Sandalcı da haliyle "Yahu hünkar nereden görecek bizi denizin ortasında" demiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Sandalcı bu kez de teknenin tahtalarından birini kaldırıp aradan afyon çıkarmış ve nargilesine atarak körüklemeye başlamış. Gönlü zengin adam hemen müşterisine de ikram etmiş. Sultan yine kabul etmiş ama yasağı gene hatırlatmış. Sandalcı aynı şekilde "Kim görecek ki bizi denizin ortasında" demiş.
   Biraz daha vakit geçmiş. Bizim sandalcı cebinden fal taşlarını çıkarmış. Hünkara "Ver 5 akçe de falına bakayım" demiş. Fal 4. Murat'ın en kızdığı şeymiş ama "Hadi biraz daha sabredeyim" diye düşünüp "Bak bari" demiş. Fal taşlarını elinde çalkalayıp atan sandalcı "Efendi sorunu sor bakalım" demiş. Padişah "Hünkar şu anda nerededir?" diye sormuş. Sandalcı taşlara bakıp "Hünkar şu an denizdedir" demiş.
4. Murat güya endişelenmiş havalarına girip "Sakın yakınımızda bi yerde olmasın" diye sormuş sandalcıya ve tekrar iyice bakmasını söylemiş. Sandalcı taşlara tekrar bakmış ve birden 4. Murat'ın ayaklarına kapanıp "Affet beni hünkarım " diye yalvarmaya başlamış. Kıyıya dönene kadar yalvarmaya devam etmiş. Padişah dayanamayıp "Sana bir soru soracağım. Eğer bilirsen seni affederim.
Bilemezsen boynunu anında vurduracağım" demiş. Sandalcı sevinçle "Padişahım çok yaşa" demiş ve merakla soruyu beklemeye başlamış.
4. Murat sandalcıya "Dönüşte İstanbul'a hangi kapıdan gireceğim?" diye sormuş. Tabii sandalcı hemen itiraz etmiş "Hünkarım şimdi ben hangi kapıyı söylesem siz başka kapıdan girersiniz.
Affınıza sığınarak gireceğiniz kapıyı bir kağıda yazsam ve size versem; kapıdan geçtikten sonra okusanız olur mu?" demiş.
Hünkar başını "Olur" anlamında sallayınca sandalcı tahminini yazıp kağıdı vermiş. Padişah kağıdı alır almaz daha bakmadan yanındaki fedaisine "Hemen boynunu vur şu kafirin" emrini vermiş.
Sonra da "Surlara yeni bir kapı açıla! İstanbul'a oradan gireceğim" demiş çevresindekilere. Kapı 5-10 dakikada açılıp padişah ve erkanı şehre girmiş. 4. Murat bir ara sandalcının kağıda hangi kapıyı yazdığını merak etmiş. Kendinden çok eminmiş laf olsun diye cebindeki kağıda bakmış. Ama okuyunca hayretler içinde kalmış. Sandalcı kağıda şunları yazmışmış: "Hünkarım yeni kapınız vatana millete hayırlı uğurlu olsun" O gün bugündür de işte o kapı "Yenikapı" olarak anılıyormuş.
 

Garip Bir Olay 3

   Babamız evimizden uzaktaydı. Evimizde sürekli bir tedirginlik ve huzursuzluk vardı. Yedi kardeştik ve köy evimizde biz kızlar annemizle birlikte aynı odada uyuyorken, ağabeylerimiz yan odada uyuyordu. Ben o devirde 13 yaşındaydım. Evimizin odası beyaz kireçti. Geceleri korkmayalım diye bir gaz lambası kısık ateşte sürekli yanardı. Ancak duvarlar beyaz olduğundan az ışıkta olsa odada her şey seçilebiliyordu. Ben iki kız kardeşimle yer yatağında yatıyordum. Annem divanda yatıyordu. Yatağa gireli bir kaç saat olmasına rağmen ben uyuyamamıştım. Tavana bakıyordum. O sırada odamızın kapısı açıldı. İçeri kafasında şapka bir adam girdi. “Bu şapka dediği şey örgü bere” Babamız evde olmadığı için dayım köyümüze gelerek sık sık bizde kalırdı. Yine geç vakitte dayım geldi diye düşündüm. Ardından adamın arkasından odaya bir kadın girdi. Adam önde kadın arkada gaz lambasının asılı durduğu duvara yürüdüler. Adamda pantolon yerine, aşağıdan iple bağlanmış bir kapri vardı. Kadın beyaz bir elbise giymişti, siyah saçları beline kadar arkadan uzanıyordu. Hiç konuşmadılar ve lambanın yanında durdular. Her ikise de bir süre lambanın fanusundan içeri baktılar. O anda her ikisininde yüzünü net olarak gördüm. Bu kişileri tanımıyordum. Dayım olmadığını anladığımda çok korktum. Heyecandan dilim tutulmuştu. Ardından adam gaz lambasının ışığını biraz açtı. Her şeyi artık daha net seçebiliyordum. Işığı açtıktan sonra yine adam önde, kadın arkada yürüyerek odanın duvarından dışarı çıktılar. İşte o anda “Anneee !!!” diyerek sessizce ağlamaya başladım. Annem hızla ellerimi tuttu. “Korkma kızım sende gördün mü dedi ?” Bu olaya odada bulunan annem, ben ve ablam aynı anda şahit olmuştuk. Annem sonra bizi şöyle teskin etti. “Kızlarım !!! korkmayın, bunlar bize zarar vermek için gelmedi. Hanemizin ışığını arttırdılar. Herşey daha iyi olacak.” O gece korkuyla birbirimize sarılarak uyuduk. Annem o gaz lambasını korkudan bir daha söndüremedi. Onu yanık bir şekilde vitrinin üzerine koydu. Lamba orada kendi kendine gazı bitene kadar yandı. Lambayı söndürmememiz içinde bize tembihte de bulundu. Sanırım evimize gelenlerin açtığı ışığı söndürmeye korkmuştu…Bu olayı kimseyle paylaşmadık. Aile sırrımız olarak uzun süre içimizde yaşattık. Bu olayı olayın tanıklarına ayrı zaman ve mekanlarda sordum. Hepsi yaşanan bu olayı aynen teyit etti. Yaşları şuanda epey ilerlemiş bu sıradan kadınların aradan yıllar geçtikten sonra böyle bir hikaye uydurmalarının hiç bir anlamı olmayacağı kanaati bende oluştu. Hatta olayı duymuş olmama epey şaşırdılar. Sanırım birbirlerine çok iyi tembihlemiş olacaklar veya bu sır dolu olayı unutmak istemelerinden de kaynaklanıyor olabilir. Genelde olayı anlatışları yorumdan uzak, kısa ve özdü. Genelde bu tip olayı anlatanların heyecanla, ballandırarak bezedikleri cümleler kurmadılar. Yaşandı bitti ! üzerinde durmuyoruz havasındaydılar.

Gizemli Otel

   Fransa’da Sens kentinin birkaç kilometre uzağında, 1936 yılında inşa edilmiş bir binada yaşanan felaketlerin ve ölümlerin nedeni hala anlaşılmış değil. Lanetli binadaki ilk olay, inşaattan iki yıl sonra mal sahibinin geçirdiği bir cinnet sırasında yaşanır. Evin sahibi, karısını ve kızını öldürdükten sonra intihar eder. 1942’ye doğru bina, Fransız mafyasından biri tarafından satın alınır. Fakat, o da birkaç ay sonra intihar eder. Üçüncü alıcı, ailesiyle yerleşmeden önce evin yazgısını değiştirmek istercesine binada değişiklik yapar. Ancak eve yerleştikten bir süre sonra o da cinnet geçirerek karısını öldürür ve intihar eder. Dışarıdan bakıldığında oldukça şirin gözüken bu ev, son zamanlarını sakin bir yerde geçirmek isteyen yaşlı bir şarkıcı kadın tarafından satın alınır. Ancak birkaç ay içinde, akıl hastanesine yatmasını gerektirecek şekilde aklını kaybeder. Tüm bu şanssız olaylara rağmen, cesur bir otelci binayı satın alarak, otel yapar. Evin laneti onun da yakasını bırakmaz çünkü otele hiç müşteri gelmez. Sonunda otelci, tüm parasını kaybederek, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelir.

John Titor

   John Titor, zaman yolculuğu yapıp 2037 yılından geldiğini öne süren bir kişidir.yakın gelecek hakkında öngörüler ve yaşadığı zaman hakkında bilgiler vermiştir. John Titor'un söyledikleri birçok tartışmaya konu olmuştur. IBM 5100 markalı(ilk kişisel bilgisayar)bilgisayarın çok eski programları çalıştırabildiğini,zaten sadece o üretilen modelde yazılmış bilgisayar dilinin çalıştığını iddia etmiştir.

   Yazılanlara göre John Titor, devlet için çalışan ve zaman yolculuğu projesi için seçilen bir askerdir. 2036 yılından 1975 yılına IBM 5100 almak için döndüğünü söylemiştir. Bu bilgisayar ile 2036 yılında eski programların "ayıklama (debug)" işini yapacağını iddia etmiştir. Gönderdiği yazılar, 2000-2037 yılları arasında birçok olaydan bahsetmiştir, 3. Dünya Savaşı dahil (2015 yılında olacağını ve toparlanmanın 20 sene süreceğini iddia etmiştir)


   3. Dünya Savaşı'nın çok büyük bir yıkıma neden olacağını,tüm dünyanın kaosa sürükleneceğini, açlık ve sefaletin diz boyu olacağını bunun tam 20 yıl boyunca süreceğini söylemiştir.

Bu 20 yıllık savaş boyunca tüm dünya devletleri üretimini sadece silah ve askere endeksleyeceğini,silah ve asker gücü olmayan devletlerin çok hazin bir son yaşayacağını anlatmıştır.

   3. Dünya Savaşı'ndan sonra artık insanoğlunun savaşları bir kenara bırakıp teknoloji ve bilime ağırlık vereceğini ve bizim tabirimizle altın çapı yakalayacağımızdan bahsetmiştir. Ancak 2037 de tüm bilgisayar programları yazılımsal hatalar vermektedir.2037 de IBM'in hükümete sunduğu bir raporda daha önce hiç kullanılmayan bir bilgisayar dili üzerinde çalıştıkları daha sonra projeyi iptal ettikleri, bu dili de sadece IBM 5100 de kullandıklarını bildirmişler.fakat savaş yıllarında ellerindeki tüm dokümanları kaybettiklerini açıklamışlardır. Bunun üzerine Jhon Titor(asker) seçilmiş ve geçmişe bu bilgisayarı ve bir kaç dokumanı daha alması için gönderilmiş.
ama Jhon Titor yanlış bir hesaplamadan dolayı geri dönememiştir.

   Jhon Titor bu açıklamaları yaptıktan sonra bir daha görülmemiştir.
kimilerine göre öldürüldü,kimilerine göre tekrar zamanına dondu,kimilerine göre de daha fazla sır açıklamaması için devlet kendi himayesine aldı.

Garip Bir Olay 2

 Bu olay Kayseri'nin  Bünyan ilçesinde yasandı. Olay Alfred Hitchcock’ un meşhur korku filmlerini bile çok gerilerde bırakacak kadar tüyler ürpertici. Gece bindiğiniz otomobilde direksiyonda kimse yoksa ne yapardınız?
Kendisi Bünyanlı olmayan, politikayla uğraşmış ve halen Kayseri’de yaşayan iş adamı, 22 Şubat 2001 tarihinde Bünyan sınırında, Kayseri Malatya kara yolu üzerinde, bir benzin istasyonuna girer. Lokantaya oturur ve orada kalabalık toplulukla birlikte bir ufak rakı içer. Yürüyüş mesafesindeki Bünyan'a gitmek için, lokantadan çıkar. Ancak dışarısı hem zifiri karanlık hem de korkunç bir kar-tipi fırtınası başlamıştır. Benzin istasyonuna yaklaşık 300 metre mesafedeki, Bünyan'a dönüş yolu kenarına varır. Oradan geçen bir arabaya binip, Bünyan'a ulaşma derdindedir. Fırtına daha da şiddetlenir. Adam bir-kaç adım ötesini bile görememektedir. Gelip-geçen bir araba da yoktur. Nihayet karanlıklar içerisinde, hayalet gibi yavaş yavaş yaklaşan bir arabanın iki farını fark eder. Arabanın, tam önünde yavaşlamasıyla birlikte hemen arka kapıyı açar ve arabaya biner. Kapıyı kapatır, araba yeniden hareket eder. İçeridekilere merhaba demek ister. Ama o da ne? Araba da kimse olmadığı gibi, direksiyonda da kimse yok. Birden paniğe kapılır. Korkuyla, hemen arabadan atlayıp, oradan koşarak uzaklaşmak ister ama hem araba hızlanmış, hem de korku ile dizleri bağlanmış, hareket edemez hale gelmiştir.Araba keskin bir viraja doğru yaklaşır. Adam dua etmeye baslar. Tüm günahları için tövbe eder. Arabayı durdurması için Allah'a yalvarır. Tam bu esnada, pencereden bir el uzanır ve direksiyonu kıvırarak, sert virajdan arabanın doğru yola dönmesini sağlar. Her tehlikeli dönemece yaklaştıkça, Allah'a yalvarış ve yakarışı artar ve her seferinde de bir el dışarıdan uzanıp, direksiyonu çevirir. Sonunda kendisini biraz toparlar, ayaklarını kımıldatır. Ya Allah koru beni…” deyip, kapıyı açmasıyla birlikte, kendisini arabadan dışarı fırlatır. Bir kaç takla attıktan sonra,şarampolde kendisine gelir. Defalarca bildiği duaları okuyarak, Bünyan'a yürüyerek ulaşır. ve bir kahvehaneye girer. Üstü başı ıslak ve şok haldedir. Kendisini tanıyanlar hemence sobanın başına alırlar. Eline bir çay verirler. Bir müddet sonra kendisine gelip, sesi titreyerek, başına gelen doğaüstü ve korkunç olayı anlatır. Olayı dinleyenler inanmak istemeseler de, anlatan kişinin aklı başında ve toplumsal sorumluluk taşıyan bir pozisyonda olduğunu bildiklerinden,herkeste derin bir sessizlik oluşur. Yaklaşık yarım saat sonra, aynı kahvehaneye Koyunabdal köyünden iki kişi girer. Bir masaya oturur ve iki bardak çay söylerler. Bu arada, gelenlerden birisi, diğerine şunları söyler : Ahmet baksana, şu sobanın başında oturan geri zekalı, bizim araba yolda kalınca, biz arabayı iterken, arabaya binip-inen kişi değil mi? 

Keçi Olayları 2

 Kapı komşumuz Hüsnü bey amca anlatırdı… Urfa’da ki köylerinde bir zamanlar çok garip olaylar olmuş. Hala bu ürkütücü olayların
devam edip etmediğini bilmediğini fakat yeniden de emin olmadığını söylerdi bize. Zira köyüyle tüm ilişkisini koparmıştı. Aklımda kaldığı kadarıyla bu olanları sizinle paylaşmak istiyorum. Köylerinin isimi “Karakeçi”, nam-ı diğer “Cinli Köy”. Etraf kasaba ve köylerin insanları, cinlerin yapıştığı bu köyden ve orada yaşayan köylülerden olabildiğince uzak durmaya çalışırmış.
   1900′lü senelerde Karakeçi’nin çok dindar birisi olan çobanı İbrahim bir gün sürüyü salmış otlağa ve de oturmuş bir ağacın altına. Tembellik basmış ve de uyuya kalmış. Esen hafif rüzgar onun yüzünü yalayıp geçmiş, o esnada birkaç hınzır kıkırdama duymuş. Hemen gözlerini açmış. Gördüğü şey etrafında toplanmış ve başında bekleyen, ona asabi asabi bakan ve bağırıp çağırarak ağza alınmayacak küfürler savuran koyun sürüsü olmuş. Hızla ayağa fırlayarak köye doğru koşmuş. Bir yandan da omzunun üstünden arkasına bakıyormuş, korkudan tir tir titreyerek. Kan-ter içinde evine varmış ve hane ahalisine soluk soluğa olanları anlatmış. Tabii ki kimse ona inanmamış. Gerçi o zamanlar “Gul Yaban”i söylentileri çok yaygınmış ama yine de İbrahim’in anlattıklarını çok absürt bulmuşlar. Hem de onun çıldırdığını sanmışlar.  Olay bir müddet sonra unutulmuş. Çoban, Hüsnü bey amcanın dedesiymiş. İbrahim, bir daha o otlağa gidememiş ve artık hiçbir koyuna bakamıyormuş. Bir gece, tuvaleti geldiği için haneden çıkmış ve sonrası sabah boynu 180 derece dönmüş ve de gözleri çıkartılmış bir durumda, yerde yatarken bulunmuş. Bir kaç köpek, çobanın bomboş olan göz oyuklarını yalıyormuş ve de kalan et parçalarını kemiriyormuş. Tabiatı ile herkes onu köpeklerin parçaladığını düşünmüş.  Çobanın erkek çocuğu Hüseyin, bir kaç sene sonra hanede yalnız kaldığı bir vakit, namaz kılmaya karar vermiş. 2. rekatının ortasında, hane hafiften sallanmaya başlamış. Adam, yine de devam etmiş namaz kılmaya. Bu sırada evde başka bir şeylerin varlığını sezmiş. Onu ziyarete gelenlerin, etten kemikten olmadıklarını hissetmiş ve de onları göremediği için de korkusu ikiye katlanmış. Dualara devam etmiş, belki bu ifritler, şeytanlar gider diye; ama her ne kadar Allah’a sığındıysa da varlıklar gitmemeye kararlıymışlar. Secdeye vardığı anda üstüne ağır bir şey atlamış ve de sırtına binmiş. Hüseyin, durmadan Kelime-i Şehadet getirmiş ve her Allah dediğinde, üstündeki şey daha da bir bastırıyormuş. Adam, yüzü tamamıyla seccadeye yapışmış bir halde dualar okuyormuş. Kendi arkasından gelen bir takım koşuşturma ve de kağıt yırtılması sesleri duymuş. Ayağa kalmak istediyse de yapamamış, yerinde doğrulamıyormuş dahi. Artık o kadar ağlamasının ve yalvarmalarının hemen peşinden sırtına çok sert bir tekme yemiş ve onların gittiğini hissetmiş. Bu olayı, akşam üzeri ailesine anlattığı vakit herkes ona inanmış, zira bir iki dakika önce her vakit hanelerinin duvarına asılı olan Kuran-ı Kerim’i paramparça bir halde dışarıdaki tuvalette bulmuşlar. Bütün köye ve de etraf köylere bu olay dağılmış ve köy bundan sonra “Cinli Köy” diye anılmış. Fakat bu tip olaylar artık olmuyormuş. Hüseyin’de bu hadiseden sonra bir daha korkudan ağzına “Allah” lafını alamamış. 10 yıl sonra, Hüsnü bey amca 6 yaşındayken, babası Hüseyin yatağında ölü bulunmuş. Gözleri korkudan fal taşı gibi açılmış ve de vücudu kaskatı kesilmiş. Köyün imamı gelmiş cesede bakmaya ve dualar okuyup üfledikten sonra, adamın can vermeden önce felç geçirdiğini ve de bütün ayak parmaklarının kırıldığını fark etmiş.Ondan sonra bütün haneye ve de hane halkına okuyup üflemiş ve de gitmiş. Hüseyin’in nasıl can verdiği anlaşılamamış, çünkü o gece yanında  kimse yokmuş. Yalnız, Hüsnü bey amca, o gece babasının odasından bir takım homurtu ve mırıldanmalar geldiğini duymuş fakat önem vermemiş.
   Hüsnü bey amca büyüdükten sonra Ankara’ya taşınmış, izdivaç edip çocuk çoluğa karışmış. Dindar ve çok iyi bir insandı, hepimiz onu çok severdik. Bazı acayip hareketleri oluyordu ara sıra ama hiç gözümüze batmıyordu. Hüsnü bey amcayı geçen baharda gömdük.
Can vermeden evvelki gece tuvalete kalkmış ve ertesi sabah, yan daireden gelen çığlıklar ile uyandık. Onu salonun ortasında elleri kolları arkasına bağlı bulduk. Allah rahmet eylesin.

Keçi Olayları

   Olay bir köyde geçiyor. Köylünün biri, sabaha doğru işini halletmek için at arabasıyla komşu köye gidiyor. İşini halledip köye dönerken yolda meleyen bir keçiye rastlıyor. "Herhalde köydeki birine aittir, kaçmıştır." diyerek arkasına alıyor. Aynı zamanda ilgi çekici bir gelişme oluyor. At, bir türlü gitmiyor. Dehliyor, kırbaçlıyor fakat at gitmiyor. Aklına ansızın keçi geliyor adamın. Arkasına döndüğünde keçinin kıpkırmızı ve ışıldayan gözleriyle karşılaşıyor. Hemen dua okuyor. can havliyle keçiye bir tekme atarak yere düşürüyor. Keçi düştükten sonra at zembereğinden boşalmış yay gibi fırlıyor. Adam kendini haneye zor atıyor. Sonrası gün köylüler olayın olduğu yere gidiyorlar. Tekerler izleri keçinin alındığı yere kadar normalken, arabaya alındığı yerde derin tekerlek izleri olduğunu görüyorlar ve sonra yeniden normal tekerlek izler. Adam o gün bugündür, yanına kimseyi almadan köy dışına çıkmıyor.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

The Co-Ed Killer

   1963 Ağustosunda Edmund Kemper 15 yaşındayken, büyükannesinin arkasına geçti ve büyük bir rahatlıkla onu başının arkasından vurdu. Emin olmak için onu birkaç kez bıçakladıktan sonra sakince büyükbabasının işten dönmesini bekledi ve sonra onuda vurdu. Nedeni? Polise yaptığı açıklamada, Yalnızca büyükannemi öldürmenin nasıl bir his olduğunu merak ettim şeklindeydi.
   Çocuk yaşlarından itibaren Kemper, annesinin iyimser bir ifadeyle söylediği üzere tam anlamıyla tuhaftı. Kız kardeşinin bebeklerinin kollarını ve bacaklarının kesmekten de büyük zevk alırdı.
    

23 Ağustos 2016 Salı

Kanlı Gömlek

   Bu olay, Marmara Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü 1993 yılında bitiren Dilek İsimli bir kızın başından geçmiş.

   Dilek bir gün okuldan çıkmış, durakta otobüs bekliyormuş. Yalnız korkunç yağmur yağıyormuş. Kızın önüne bir araba yanaşmış. İyi giyimli, temiz yüzlü bir genç, " Yanlış anlamayın ne olur. Bende yakın zamana kadar öğrenciydim. Islanmayın, gelin ben sizi uygun bir yere kadar bırakayım" demiş. Dilek başta tereddüt etmiş ama çocuğun iyi niyetine inanmış ve arabaya binmiş. 
   Yolda sohbet falan etmişler. Hoşlanmışlar birbirlerinden. Çocuk,"Lütfen izin verin sizi evinize bırakayım. Bakın yağmur da iyice hızlandı" demiş. Dilek kabul etmiş tabi. Sohbet iyice koyulaşmış. Kızın evine gelmişler, bu arada telefon değiş tokuşu yapmayı ihmal etmemişler. Dilek çok etkilenmiş çocuktan. O hafta her telefon çaldığında yüreği hop etmiş, Ama arayan o çocuk değilmiş her seferinde. Dilek yüzünü kızartıp çocuğu aramaya karar vermiş, "Belki numarayı kaybetmiştir, ne olacak ki ben arasam" deyip kandırmış kendini. Telefonu ağlayan bir kadın sesi açmış. Meğer teyze bizim çocuğun annesiymiş ve hıçkıra hıçkıra, oğlunun trafik kazasında öldüğünü söylemiş. Anlattıklarından Dilek anlamış ki, çocuk onu bıraktıktan beş dakika sonra yapmış kazayı," Keşke eve bıraktırmasaydım. Bütün suç benim diyerek hemen kendini suçlamaya başlamış. Suçluluk duygusundan kurtulmak için çocuğun annesinden adresi almış." En azından başsağlığına gideyim diye düşünmüş.
Ziyaret ağlamaklı ve yaslı geçmiş. Ayrılma vakti geldiğinde iyice havaya giren kız, " Bana oğlunuzdan bir hatıra verebilir misiniz?" Onu gerçekten çok sevmiştim demiş. Bunun üzerine anne içeriye gitmiş, döndüğünde elinde çocuğun kaza günü üzerinde olan gömlek varmış. Üstelik de hala kanlar içindeymiş. Dilek çok kötü olmuş, gömleğin niye saklandığını ve niye ona verildiğini anlamamasına rağmen yine de kadını kırmayıp almış gömleği. Eve gelir gelmez ilk işi gömleği yıkayıp, ütülemek olmuş. Bütün gece gömleğe baka baka, zır zır ağlamış. Sürekli de " Onu ben öldürdüm, onu ben öldürdüm. diye tekrar ediyormuş kendi kendine. Artık ağlamaktan yorgun düştüğünde gömleği yastığın altına koymuş ve yatmış. Sabah uyandığında kendini daha iyi hissediyormuş. Ama yastığı kaldırdığında gömlek yine kanlar içinde olduğunu görmüş. İnanamamış bu duruma. " Herhalde dün o kafaya iyi yıkayamadım" diyerek yeniden yıkamış gömleği. Ama ertesi sabahta hiç bir değişiklik yokmuş gömlekte, yine kanlar içindeymiş.

İltihab

   Köyün birinde genç bir kadın yalnız başına mısır tarlasında çalışırken, kolunu bir mısır kabuğu kesmiş. Kesik bayağı derinmiş. Kolunda şiddetli bir kanama başlamış. Kadıncağız kan görmeye dayanamazmış. Hemen oracıkta bayılmış. Bir süre sonra kendine gelmiş ve evine geri gitmiş. 
   Aradan belli bir süre geçtikten sonra kadının kapanmış yarası fakat kolu şişmeye başlamış. Sürekli bir karıncalanma hissi varmış kesiğin olduğu yerde. Durum böyle olunca, kadını doktora götürmüşler. Doktor muayene etmiş ama bir şey bulamamış. Kesiğin mikrop kaptığını, bunun sonucunda da deri altında iltihap oluştuğunu düşünerek, şiş bölgeyi kesip içindeki iltihabı  akıtmaya karar vermiş. Şişkin yere neşteri vurmasıyla kadının kolundan binlerce minik akrep dışarı fırlamış. Tabi kadın oracıkta kafayı yemiş. Meselenin aslı sonradan anlaşılmış. Meğer mısır tarlasında kadın baygınken bir akrep kadının kesik koluna yumurtaları bırakmış. Minik akrep yavruları da yumurtalarından çıkmış ve kadının kolunda gelişmeye başlamış.

İki Kız

   Bir otomobil tamircisi ılık ilkbahar gecelerinden birinde evine giderken yolun kenarında bir araba ve arabanın başında da patlayan lastiği değiştirmeye çalışan iki güzel kız görmüş. Yardım amacıyla kenara yanaşmış. Ama stepne'de patlakmış. Adam," Bu saatte bunu tamir etmek imkansız. Ben sizi evinize bırakayım, yarın bir çaresine bakarız" demiş. Evin önüne geldiklerinde kızlar adamı bir fincan kahve içmek için evlerine davet etmiş. Ev, bir apartmanın 7.katında, hoş bir daireymiş. Stepneyle uğraşırken elleri kirlendiğinden eve girer girmez adam banyoya gidip ellerini yıkamış. Bu arada omega marka saatini de kolundan çıkarıp aynanın önüne koymuş. Kızlardan birinin, "Kahve hazır" diye seslendiğini duyunca hemen ellerini kurulayıp banyodan çıkmış. O aceleyle de Omega marka saatini banyoda unutmuş. Kızların sohbeti çok keyifliymiş vaktin nasıl geçtiğini anlamamışlar. Sonunda adam geceyi kızların evinde geçirmiş. 
   Sabah 7'de kalkıp işe gitmiş. Tamirhanesine vardığında saatini kızların evinde bıraktığını fark etmiş, "İyi bari, kızları tekrar görmek için bahane olur". diye düşünmüş. Akşam iş bitimi saati almak için kızların evine gelmiş ama kapıcı bahsettiği kızlardan artık o dairede yaşamadığını söylemiş. Bu iki talihsiz kız 3 hafta önce trafik kazası geçirip ölmüşler meğerse. Şu an da, adamın onları ilk gördüğü yere çok yakın olan bir mezarlıkta yatıyorlarmış. Tamirci duyduklarına inanamamış." Nasıl olur? Ben dün akşam evlerinde onlarla beraberdim" demiş. Kapıcı bunun imkansız olduğunu söyleyerek adamı, kapısı avukat tarafından mühürlenmiş dairenin önüne götürmüş. Adam çok meraklanmış tabi. Ertesi gün avukata gidip durumu anlatmış ve beraberce kızların dairesine gelmişler. Mühürü açıp içeri girmişler. Adam doğruca banyoya gitmiş. Omega marka saat aynanın önünde bıraktığı gibi duruyormuş.

Kara Büyü

   Bir gün ev arkadaşımla can sıkıntısından kendimize bir büyü bulmayı ve bunu insanlar üzerinde denemeyi düşündük. Saçma sapan bazı kelimeleri bir araya getirdik ve bunları bir kağıda yazdık. Kağıdı sadece ikimizin bileceği bir yere sakladık. Ama ne için yapılacaktı bu büyü? Biraz konuştuktan sonra yattık.
   Ertesi gece evde bulduğum cadı şapkasını başıma taktım ve üzerime siyah giysiler girdim bir mum yakıp ışıkları söndürdük. Bu büyüyü diğer ev arkadaşlarımdan birine yapacaktım. Olayı önemsemesi için onu inandırdık ve konsantre olmasını sağladıktan sonra büyüye başladım. Büyü bittikten sonra ışıkları açıp gülmeye başladık. Büyüyü uydurduğum arkadaşımla Buse'ye gülüyorduk. O ise hiç tepkisiz oturuyordu. İşte tam o sırada birden gök gürlemeye ve şimşek çakmaya başladı. Elektrikler kesildi. İşin garibi yazın ortasındaydık. Şaşırmış ve korkmuştuk. Jeneratörün devreye girmesini bekledik fakat beklediğimiz gibi olmadı. Mum alıp yaktık ve bütün gece korkudan uyuyamadık. Yağmur sabaha kadar yağdı. Buse ateşlendi ve ailesini çağırmamızı istedi. O gün öğrendik ki jeneratör bozulmuş. Akşama doğru Buse'nin ailesi geldi ve onu Bursa'daki evine götürdüler. Bir ay sonra da gelip eşyalarını aldılar ve Buse bir daha ne geldi ne aradı. Aradan seneler geçmesine rağmen bu sözcükleri ne kadar unutmaya çalışsam bir türlü unutamadım.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Benimkiler Gibi mi?

   Yatılı bir okulda kızlar geceleri birbirlerine korku hikayeleri anlatıyorlarmış. Herkes korkuyor ama bu kadar kişiyiz ne olabilir diye düşünüyorlar. Başlıyor içlerinden birisi hikaye anlatmaya. Cinler bir canlı kılığına girdiğinde ayakları ters olur diye bir iddia atıyor ortaya. Sonra hepsi yatıyor uyuyorlar. İçlerinden birinin tuvaleti geliyor fakat gitmeye korkuyor. Arkadaşını uyandırıyor eşlik etsin diye biraz nazdan sonra kız tuvalete arkadaşıyla gidiyor. Tuvaletini yaptıktan sonra dışarı çıkıyor arkadaşı boğuk bir sesle işini bitirdin mi? diyor. Kız korkuyor ayaklarına bakıyor ters dönmüş. Hemen tuvaletten koşa koşa çıkıyor, odasına çıkarken hocasıyla karşılaşıyor. Olanları anlattıktan sonra "Hocam görmediniz mi kızın ayakları tersti. Bana çok kötü bakıyordu. Falan filan anlatıyor. Hocası da bekliyor ve kıza boğuk bir sesle "Benimkiler Gibi mi?" 

21 Ağustos 2016 Pazar

Cinle Tavla Oynamak

   Üniversiteye giden bir genç kız varmış. Bir gün okuldan çıkışta arkadaşları, "Ruh çağıralım, cin çağıralım." demişler ve kızı ikna etmişler. Korkmuşlar fakat çağırmaya karar vermişler. Klasik, bildiğimiz gibi fincana parmaklarını koyuyor 8-9 kişi ve " Ey ruh, geldiysen üç defa vur." ile başlıyorlar. Gerçekten üç defa vuruyor. Kız, inanmıyor halan. Sonra "Buraya gelirsen sana sorular sorabilir miyiz?" falan deyip ikna edip odaya getiriyorlar. Herkes, onla korka korka konuşuyor. Sıra kıza geliyor. "Sen bir şey sormayacak mısın?" diyor. "Ben, bunların baştan beri oyun olduğunu biliyorum ve gerçekte böyle bir şey yoktur" diyor kızımız. "İyi,senle karşılaşacağız." dedikten sonra merasim bitiyor ve herkes, o akşam dağılıyor. Akşam 11'de çıkıyorlar. Kız, teyzesinin evine gittiğinde saat 12 oluyor. Teyzesi, ona yemek hazırlıyor. Yemekten sonra da teyzesini de onu da uyku tutmuyor ve gece üçe kadar tavla oynuyorlar. Sabah 11'de kız uyanıp telefonu açıyor kız. Babası, 10 dakika sonra arıyor. "Kızım bütün gece neredesin sen? "Baba, teyzemle akşam saatlerine kadar oturduk." Kızım, yalan söyleme! Dün akşam saat 11'de teyzen hastalandı. Onu geldik aldık. Gece üçte teyzen vefat etti. Kız, tabi gece kiminle tavla oynadığını, "Yeniden görüşüceğiz." diyen kişiye ait olduğunu anlıyor.

17 Ağustos

   17 Ağustos gecesi, Adapazarı'nda yaşlı bir teyze, gece saat iki buçukta ana caddedeki apartmanlardan birinin zillerini çalmaya başlamış. Kimse kadına kapıyı açmamış, hatta uyandırdıkları için, camı açıp bağıran bile olmuş. Üst katlardan bir adam " Gecenin bu saatinde ne istiyorsun teyze?" diye sormuş. Kadın, "karnım aç oğlum. Bir parça ekmek var mı? deyince adam, "yok, yok. Allah Allah, gecenin bu saatinde ne bu yaa?" demiş. Yatağa döndüğünde karısı, yaşlı kadının aç olduğunu öğrenince "Keşke verseydik" demiş.
   Teyze zillere basmaya devam ediyormuş. En üstte yeni evli bir çift oturuyormuş. Kadının ne istediğini öğrenince kapıyı açıp yukarı çağırmışlar. Evin hanımı, hemen yiyecek bir şeyler hazırlamış. Kadına eşlik edip beraberce yemek yemişler. Yemek bitince yaşlı teyze " İçimde bir huzursuzluk var. Bir an evvel dışarı çıkalım" diye yalvarmaya başlamış. Genç çift, sırf kadını kırmamak için sokağa inmiş. Daha dışarı adım atar atmaz da her yan sallanmaya başlamış. Depremde o koca apartman yerle bir olmuş. O binada oturanlardan sadece yeni evliler ve kocasına "Keşke yemek verseydik diyen kadın ölümden kurtulmuş. Onu da 3 gün sonra enkazın altından çıkarabilmişler. 

Yasaklanan Saç Modeli

   1960'larda, saçları dimdik, yukarıya doğru kalıp gibi yaptırmak modaydı. Buna uymak için insanlar saçlarını bu modelde yaptırıyorlardı. Haftalarda yıkamıyorlar saçları bozulmasın diye duşa saçlarını torba bağlayıp giriyorlardı. Amerika'da bir liseli kız en yüksek saç yarışmasına katılmak için saçlarını böyle yaptırmış ve yarışmaya katılıp birinci olmuş. Eve dönerken saçları bir örümcek ağına takılmış. Okuldaki arkadaşlarını hava atmak içinde saçlarını bir hafta boyunca yıkamamış.
   Bir gün okula giderken kız fenalaşıp bayılmış. Hastaneye kaldırmışlar, fakat doktorlar kızı kurtaramamış. Kızı morga kaldırmışlar. Birkaç gün sonra morgu örümcekler basmış. Uzmanlar ölüm nedenin morgu örümcekler basınca anlamışlar. Meğerse kızın takıldığı ağdaki örümcek, kafasının içine yumurtlamış ve o örümcek sonraki birkaç hafta da kızın kafa derisini kemirip beynine girmişler. Bu olaydan sonra Amerika'da saçlarını öyle modelde yapmak yasaklanmış

Mezarlıktaki Yangın

   O yaz en büyük zevkimiz arkadaşlarla birbirimize korku hikayeleri anlatmaktı. Anlattığımız hikayeler hayal ürünüydü fakat yaşanmış gibi anlatırdık. Kendi uydurduğumuz hikayeye o ortamın verdiği gerilimle kendimiz de inanır ve korkardık. Aramızda en çok hikaye anlatan arkadaş Nedim'di. Nedim bizden büyüktü ve bizi korkutmaya iyi başarıyordu. Yine böyle bir gece Nedim bize ilginç bir hikaye anlattı. Hikayeye göre bazı insanlar sebepsiz yere içlerinden gelen bir ateşle küle dönüşecek kadar yanıyormuş. Bu yanma o kadar çabuk gerçekleşiyormuş ki, kendisini kurtarmaya zamanı bile olmuyormuş. Ayrıca bu olay kurban yalnızken gerçekleşiyormuş, yani kimse görmüyormuş neler yaşandığını. Bu anlattığı hikaye ilginç olduğu kadar inandırıcı gelmemişti bize. Fakat Nedim evinden getirdiği ansiklopedi de yazılanları bize gösterince tüylerimiz diken diken olmuştu hepimizin. Bu olaylar gerçek yaşanmış olarak anlatılıyordu ansiklopedide kanıtları ile. O gece eve koşar adımlarla çıktım ve bütün gece uyuyamadım. Ertesi gün ise belki hepimiz için hayatımızın en korkunç günü olmuştu. Gelen habere göre Nedim bir sokak arasında ölü bulunmuştu ve işin ilginç yanı Nedim'in gömüldüğü mezarlıkta 1 hafta sonra yangın çıkmıştı ve bütün mezarlar yanmıştı.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Mezardan Gelen Sesler

   Bir aile anne, baba, bir kız ve erkek bunlar evlerinin yanması sonucu ölmüşler ve hepsini aile olarak yan yana gömülmüşler fakat her gece yarısı mezarlıktan sesler geliyormuş bu orada yaşayan birçok kişi tarafından duyulmuş, sonra içlerinden bir tanesi o seslerin nereden geldiğini anlamak için gece yarısı mezarlığa gitmiş yine başlamış sesler sanki kavga sesleri gibiymiş adam seslerin geldiği yöne gitmiş ve sesler o ailenin mezarından geliyormuş. Sonra mezarı kazıp bakmaya karar vermişler halk mezarı açtığında çok ilginç bir manzarayla karşılaşmışlar anneni olması gereken yerde kız, erkek çocuğun olması gereken yerde de baba yatıyormuş. Herkes şaşırmış bunlar yine eski yerlerinde koymuşlar ve mezarı kapatmışlar fakat kavga sesleri bitmek bilmiyormuş tekrar açıp bakmışlar yine aynıymış manzara bu kez düzeltmemeye karar vermişler sadece mezar taşlarının yerlerini değiştirmişler o günden sonra bir daha hiç ses gelmemiş. Oradaki halka göre o sesler o ailenin yaptığı yer kavgasının sesleriymiş.

Donarak Ölmek

   Mezbahadan et taşıyan bir tırın sabahın erken saatlerinde yüklenip bir an önce yola çıkması gerekiyormuş. İşe sabahın kör vakti gelen işçiler, tırı yüklemeye başlamışlar. Tırın şoförü arkadaki soğuk hava deposunun kapısı kapatılır kapatılmaz yola çıkmış. Ancak son eti çengele takmaya çalışan işçinin içeride kaldığını kimse fark etmemiş. Uyku sersemi olan işçide başına gelen korkunç şeyi, ancak tır hareket edince fark edebilmi. Arkadaşları kaybolduğunu fark etmezlerse donarak öleceği kesinmiş. Bir süre duvarları yumruklamış ama sesini duyuramayacağını biliyormuş. Bir süre sonra üşümeye başladığından hareketleri yavaşlamış ve bir kenarda ölmeyi beklemeye başlamış. Cebinden çıkardığı bir kağıt ve bir kalemle yazmaya başlamış. 1.saat çok üşüyorum; 2. saat her yerim uyuşuyor. 3.saat ayaklarımı hissetmiyorum. 4.saat donarak ölmek istemiyorum, kalemi tutacak gücüm kalmadı, ellerim dondu..
   Tır etleri teslim edeceği yere geldiğinde şoförü dondurucunun kapısını açınca içerisinin soğuk olmadığını fark etmiş. Sabah yola çıkarken aceleden dondurucuyu çalıştırmadığını hatırlayan şoför, lanetler okurken köşede büzülmüş yatan işçiyi görmüş. Adamın uyuya kaldığını sana şoför, işçiyi sarstığı halde uyandıramamış.
   Polis olaya el koymuş, şoför tutuklanmış. Bir müddet sonra adli rapor açıklandığında işçinin ölüm nedeni vücut ısısının hızla düşüşü olduğu açıklanınca temize çıkmış. İşçi psikolojikman ölmüş.

Işıkları Açmadığınız İçin Memnun musunuz?

   İngiltere'de okuyan iki Türk kızı yurtta aynı odada kalıyorlarmış. Bir gece kızlardan biri arkadaşının evine ders çalışmak için gidecekmiş. Diğer kızla vedalaşıp odadan çıkmış ancak 100 metre ilerledikten sonra kitaplarından birini odada unuttuğunu fark etmiş. Odaya geri dönmüş. Kapıyı açtığında ışığın kapalı olduğunu görmüş. Arkadaşı yattı diye düşünmüş. Arkadaşını rahatsız etmek istememiş ve ışığı açmamış. Karanlıkta kitabı aramış. Bulamayınca da nasıl olsa arkadaşımda aynı kitap var idare ederiz deyip çıkıp gitmiş. Ertesi sabah sınavdan sonra odasına döndüğünde bir de ne görsün! Oda baştan aşağı kan içinde! Arkadaşının vücudu da parçalar halinde odaya dağılmış. Duvarda da (Muhtemelen kızın kanıyla) bir yazı varmış:
"Aren't you glad, you didnt turn on the lights?" Işıkları açmadığın için memnun musun?

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Gazi Kız Öğrenci Yurdu

   Bu efsane, 80' li yıllarda dilden dile dolaşıyordu. Gazi Kız Öğrenci Yurdu' nda bir grup genç kız, eğlence olsun diye cin çağırmaya karar vermiş. Bir odaya toplanıp seansa başlamışlar. Cin çağırmada ki en önemli husus da, cini geri göndermekmiş. Kızlarımız cini çağırıp bir güzel eğlenmişler. Hatta dalga falan bile geçmişler, gülmekten yerlere yuvarlananlar olmuş. İşleri bitince cini göndermek istemişler ama cin gitmiyormuş. Saatlerce uğraşmışlar. Sonunda cin gitmiş. En azından öyle sanmışlar. Gece yarısından sonra ise katlardan tuhaf tuhaf gürültüler gelmeye başlamış. O aralarda da bir sapık hadisesi yaşanmış yurtta. Cin olayını bilmeyen diğer kızlar korku içinde gürültüleri yurt idaresine haber vermiş. Sapık yine geldi sanılmış ve yurt didik didik aranmış fakat bir sonuç çıkmamış. Herkes odasına çekilmiş ancak o tuhaf gürültüler hala devam ediyormuş. Bu kez polis çağrılmış, bütün kızlar dışarı çıkarılıp bir de polis yurdu aramış yine hiç bir şey bulunamamış.
   Bu esrarengiz gürültüler durmuyormuş. Cin çağıran kızlar, olayı kendi aralarında konuşurken birisi, "Yaaa Yoksa bizim cin mi gitmedi, o çıkarıyor olmasın gürültüleri?" demiş. Aynı cini tekrar çağırmaya karar vermişler. Evet, gerçekten de önceki cin kendisiyle alay edildiği için gitmemiş ve cini kim çağırdıysa ancak o ikna edip gönderebilirmiş. Cini çağıran grubun başındaki kız panik olmuş. Çok da iyi bilmezmiş bu işleri. Ertesi gün bilenlerden cinlerle ilgili bir şeyler öğrenerek cini göndermeye çalışmış. Ama o gürültüler durmamış, Cinin gidip gitmediği tam anlaşılamamış. Ancak o günlerde Gazi Yurdu'nun üst katlarından atlayarak intihar eden kızın, işte by kız olduğu söyleniyormuş.

Karavan

   Amerika'da bir baba ve oğlu beraber bir karavan yolculuğuna çıkmışlar. Alternatif bir tatil yapmayı planlıyorlarmış. Belli bir yol güzergahı çizmedikleri için anayoldan sapıp dar bir yola girmişler. Uzun süre yol gittikten sonra çöl gibi bir yere varmışlar. Etrafta in cin top oynuyormuş. Bu sırada adam benzinlerinin azaldığının farkına varmış. Hemen haritayı açıp en yakın yerleşim yerini aramışlar. Karavan bir süre daha gittikten sonra, benzin bittiği için yolda kalmışlar.
   Baba kasabaya gidip benzin alıp geleceğini söylemiş. Ancak çocuk bulundukları yerden hiç hoşlanmamış. Babasına kendisini de götürmesi için yalvarmış. Adam çocuğunun onu yavaşlatacağı düşündüğü için karavanın kapısını kilitleyeceğini ve kısa sürede döneceğini söyleyerek çıkmış. Cep telefonunu da çocuğa bırakmış. Çocuk korku içerisinde beklemeye başlamış. Bir saat geçip babası geri dönmeyince paniğe kapılmış. Bir zaman sonra, karavanın tavanından "pıt,pıt,pıt" diye sesler gelmeye başlayınca çocuk polisi aramış. On dakika sonra kasaba şerifi karavana ulaşmış. Şerif ve yardımcıları kapıyı kırarak açmışlar. Çocuk dışarıya çıkar çıkmaz babasının kasabaya gittiğini, ama çok geç kaldığını nefes nefese anlatmaya başlamış.
   Ama şerif çocuğa bakacağına karavanın altında durduğu ağaca bakıyormuş. Sonra yardımcısına "çocuğu buradan uzaklaştırın" deyince, çocuk arkasını dönüp ağaca bakmış ve düşüp bayılmış. Meğer karavanın üzerine pıt pıt diye damlayan ağacın dalına asılmış olan babasının kafasız cesedinden akan kanın sesiymiş.

Fransa Gezisi

   1858 yılı civarında Fransa'da oturan arkadaşımı ziyarete gitmiştim.Adı John'du ve evliydi. Karısı da çok genç ve güzeldi nazik biriydi. Oraya gittiğimden üç gün sonra bütün şehri gezmiştim. Harabeleri yıkık dökük yerleri vs.. gitmediğimiz bir tek yer kalmıştı. Oradaki son günümdü fakat biraz uzak bir yerdeydi. Öğlende yola çıktık güneş batarken oradaydık hava serindi. Hava kararmaya başladı. Yolu yarılamışken bir anda arkamda garip bir şeyler hissettim. John'un eşinin hemen arkasında gözleri oyuk yaşlı bir kadın gördüm ve çığlık atmamak için kendimi sıktım. Yaşlı kadın John'un eşinin alnına doğru giderek onu öper gidi yaptı sonra bana dönerek boynumu sıkmaya başladı. John'u heyecanlandırmamak için sesimi çıkarmadım. Zaten bana inanmazlardı. Bu sırada kadın kayboldu ve John'un eşini yanına geldim." Eşarbım yırtıldı diye" bağırıyordu. Eve döndüğümüzde benimde boynumdaki atkının üzerinde beş tane delik olduğunu gördüm. Sonra kadının boğazımı sıktığı aklıma geldi ve ürperdim. Aynı kadın John'un eşinin eşarbını da yırtmıştı. Fakat onların kadından haberi yoktu. Paris'e ulaşınca John'dan bir siyah mühürlü mektup aldım. Mektupta eşinin oradan ayrıldığım gün öldüğü yazıyordu.

Kuchisake-Onna

   Yarık ağızlı kadın efsanesi çocukların gece dışarı çıkmasını önleme amacı taşır. Hikayeye göre, ağzında cerrahi bir maske olan kadın sokakta yalnız başına yürüyen bir çocuğa güzel görünüp görünmediğini sorar. Hayır derlerse; onları bir çift makasla öldürür. Evet derlerse maskeyi çıkartıp bir daha sorar. Hayır diyenleri ortadan ikiye böler, evet diyenlerin ağzı kuchisake gibi yarılır.

Hanako-San

   Japonya'da bir ilkokul tuvaletinin sondan üçüncü bölmesinden uzak durun. Kapıya üç kez tıklatıp "Oradamısın, Hanako-san?" diye sorarsanız kırmızı etekli bir kız öğrencinin ruhunu çağırırsınız. Size "Evet, buradayım" diye cevap verir ve bunun üzerine kapıyı açarsanız klozete sokup boğar.

Kiyotaki Tüneli

   Japonya'da içinden geçmemeniz gereken bir tünel var.
Kiyotaki tüneli 1927'de 444 metre uzunluğunda inşa edildi, ve
Asya'da 4 lanetli bir rakamdır. Tüneli oluştururken birçok işçi
hayatını kaybetti. Onların ruhları geceleri ziyarete geliyor.
Tüneldeki aynada bir hayalet görürseniz ölümünüz korkunç olacaktır
diye bir rivayet vardır.

İnek Başı(Japon Şehir Efsanesi)

   Çoğu şehir efsanesi amacı sizi iliklerinize kadar korkutma amacı taşıyan korkunç hikayeler olsa da bu Japon efsanesi o kadar korkunç ki anlatılmaması gerekir. Rivayete göre, 1600'lü yıllarda ortaya çıkan "İnek Başı" diye bir Japon kısa hikayesi vardır. Bu hikayeyi her kim okur yada dinlerse nöbet tarzı belirtiler göstermeye başlar ve delirir. O zamandan beri "İnek Başı" hikayesinin kopyaları yakılmış durumda, bu yüzden detayları kayıptır.

16 Ağustos 2016 Salı

Tomino'nun Cehennemi

   Yomoto Inuhiko tarafından yazılan 'Tomino'nun Cehennemi' adında asla sesli okunmaması gereken bir şiir vardır. Bütün hepsini sesli okuyan kişi bir felakete yakalanır  ve ölebilir bile. Birçok insan şiiri okuyup hayatta kaldığını iddia eder, ancak diğerleri okurken
yarısında kötü hissedip bıraktı.

Kore Perili Kız Öğrenci Yurdu

   1999 yılında küçük bir kırsal kesim üniversitesinde Kang Ji Hyun ve Lee So Yeon isminde iki kız öğrenci yurt odalarında ölü bulundu. İkisi de uykusuzluk ve kabus görmekten dolayı şikayetçilerdi. Bu iki öğrenci daha önce kampüse gelen garip bir adam tarafından taciz edildiklerini söylemişlerdi. So Yeon bir gece duygusal olarak çökmüş bir şekilde yurda yırtılmış elbiseler ile gelmiştir. Onlar bu korkuları yavaş yavaş yenip sınıf atlarken banyoda ki ıslan adam sürekli bizi izliyor şeklindeki bu sağlıksız davranışlarının sonucunda 19 Ekim 1999 yılında ölü olarak bulundular. 
   Bu olaydan sonra diğer öğrenciler yatakhanede duydukları garip sesleri rapor etmeye başladılar.Raporlarında geçen iddialar ise kapıların çalınması fakat baktıkları zaman kimsenin olmaması bazen patlayan ışıkların olması çatlayan camların olması geceleri Ji Hyun ve So Yeon'un odalarının sahipleri olduklarını iddia eden iki kızın görünmesi şeklindedir. Bu iddialara karşı çıkan işgalciler tesislere zarar verebilmek için yöneticileri alaşağı ederlerse bu iki
kızın yok olacağına inanıyorlar. Efsaneye göre öğrenciler mezun olana yada o adam yakalanana kadar kimseye rahat yok.

Yoo Kwan Sun Heykelinin Hikayesi

    Yoo Kwan Sun Japon işgali sırasında bağımsızlık için müdahale ederken tutuklanıp hapse atıldı ve 17 yaşında şehit oldu. Bunun üzerine hakkında çeşitli efsaneler ortaya çıktı. Onun bu cesaret 
vermesi açısından bir çok derslik okul ve kampüslerde portresine veya heykeline yer verildi.
    Halk tarafından her 1 Mart Güney Kore bağımsızlık hareketi gününün gecesinde onun ruhunun ülkede dolaştığına inanılır. Ayrıca portresine yakından bakıldığı zaman sanki karşısındaki kişiye bakıyormuş hissi verdiği de söylenir.

19 Nisan 2016 Salı

Arnold Paul

  Arnold Paul 1700 yılında Medvagia'da doğmuştur.1727 yılında genç bir asker olan Arnold Paul Belgrad civarında kasabasına döner ve burada evlenip bir ev alır. Arnold üzerinden atamadığı
huzursuzluğun nedenini uzun bir süre boyunca merak eden karısına itiraf etmek zorunda kalır. Askerliği sırasında uzak bir kasabada boynunu ısıran bir vampirle mücadele etmiştir.Vampiri mezarına kadar takip eder ve onu öldürür ve vampire dönüşmemek için söylentileri uygular.Vampirin mezar toprağından yediğini, kanından içtiğini ve yaralarını vampir kanıyla temizlediğini itiraf eder. Bu itiraftan sonra çok yüksek bir saman yükünün üstünden düşer ve üç gün sonra ölür. Gömülmesinden belli bir süre sonra halk geceleri Arnold'u gördüklerini söyler. Onunla temasa giren kişiler birkaç gün sonra ölürler. Biraz zaman geçtikten sonra konu yetkililere iletilir. Arnold'un mezarı açıldığında cesedin bozulmadığı görülür ve ağzının kenarında kan vardır. Arnold'un kalbine bir kazık saplanır ve Arnold yüksek bir sesle haykırışı duyulur. Bunun üzerine Arnold'un öldürdüğü kişilerle beraber cesetler yakılır. Olaydan 5 sene sonra 1731 yılında aynı bölgede gece saldırıları tekrar başlar üç ay içince on yedi kişi saldırıya uğrar. Birkaç mezarda vampirlere rastlanır. Bu vampirler de yakıldıktan sonra bölge huzura kavuşur.